29 Mart 2025 02:00

Direnişin ters yüz ettiği ‘insan doğası’

Kaan Biçici


Berkant’a, Selinay’a ve seslerinin yankısını hâlâ duyduğumuz bütün genç tutsaklara...

Barikatın karşısında gözleri kapalı arkaya koşana elindeki bitki sulama fısfısıyla tampon çözelti sıkanlar… Boykot sürecinde olan üniversitelilere sandviç hazırlayanlar… Sokağından geçen yürüyüşteki gruptakilerin suyunu dolduranlar… Bunlar kuşkusuz ki belirli “anlar” ancak listelenemeyecek benzer davranışları gördüğümüz, belki hâlâ bütünün içerisinde zayıf kalan yine de doğmakta olanın, gelişmekte olanın emareleri de aynı zamanda. Bencilliğin, birbirine olan nefretin, kötümserlikten gelen hazzın, içgüdüyle açıklamakla yetinilen şiddetin; ana akım “insan doğası” anlatısını boşa düşürecek kadar da güçlü emareler. “Doğuştan” gelenin değil koşullarla ilişkilenmiş olanın kıymetini gösterecek kudrette. Bu anlar, sadece geçicilikleriyle değil esasında ana akım anlatıyı sorgulatacak kırılmalar. “Direniş zamanları” insana dair ne söyleyebilir, neyin hatırlatıcısı olabilir?

Kurmaca olan "insan doğasının" parçalandığı anlar

Kimi zaman Hobbes’un “İnsan insanın kurdudur” ile bağı kurulan, biyolojik olarak indirgemeci çeşitli görüşlerle ilişkilendirilen daha genel olarak da neoliberal bireyciliğin öne çıkardığı “insan doğası” anlayışı, insanın doğasına dair dar bir perspektife sahiptir. Özünde bu anlatıya tam da yaşanılan ekonomik sistemin “fıtratına” uygun, insanları sadece kendi çıkarlarını savunarak var olabilen, bağımsız bireyler hakimdir.

Toplumsal dayanışmanın, kolektivizmin somutlaşmaya başladığı direniş anları, somutlaştığı yerde hasar verir bu anlatıya. Neoliberalizmin dikte ettiği “bencil birey”, çeşitli anlara sıkışıp kalsa dahi kolektif gücün parçası olduğu yerde anlatıya hasar verir,  hatta parçalar. Ötekiyle yeniden kurulan bağda hem onu güçlendiren hem de ondan güç bulan her davranış, “kendi başına” var olma halini daha da silikleştirir.

Kurmacadan ibaret kökleriyle sınırlandırılmaya çalışılan insan doğası tanımı; bağ kurduğu koşullarla anlamını kazanır. Direnişin sürdüğü yaratılan, gelişen o koşullar güçlendiği kadarıyla sınırlarından taşar. Dayanışmanın, örgütlülüğün, kolektif olanın büyüdüğü yerde paranteze alınmaya çalışılan insan yeni anlamlarla buluşur. Kriz anlarında da zorunluluğunda kendini gösteren “Birbiriyle var olma” hali onu güçlendirecek iradenin de tetiklenmesini alışlar. Kimi zaman acı kimi zaman öfke; toplamın ortak duygu durumu da bu sürecin yine mayası halini alır.

Schadenfreude’nin sonu, Mitfreude’nin başlangıcı

Bir süredir ana akım insan doğası anlatısına yeni bir kavram daha eklemlendi: Schadenfreude. “Başkasının zararından haz almak”, burjuva ahlakına kusursuz biçimde oturur. Rekabeti yücelten, kaybedeni küçümseyen, bireyin başarısını başkasının düşüşüyle ölçen bir dünyada Schadenfreude yalnızca bir duygu değil, bir düzenin ruh halini duygu durumunu da yansıtır hale getirildi. Ancak direniş, bu ruh haline de meydan okur. Çünkü direnişin içinde biri zarar gördüğünde, yere düştüğünde kahkahalar değildir yükselen, öfkedir esasında. Direncin katlandığı yerde zarar görenin acısı, başkalarında hazzı değil, dayanışmanın büyüdüğü zemindir.

Düzen içinde tanımlanan bir duygunun “öleyazdığı” yerde direnişin içinde bir başka duygu filizlenir: Mitfreude. Birlikte sevinmek, başkasının kazanımını kendi kazanımı bilmek.

Düzenin bireyi yalnızlaştıran, rekabeti kutsayan çerçevesinde, iş birliği zayıflık, ortak kazanım ise istisna iken, direnişin içinde, parçalanmış bireylere dayatılan yalnızlık duygusu çözülmeye başlar. Mitfreude yalnızca bir duygu değil, yeni bir iradenin, ortak bir geleceği kurma cesaretinin duygusu olur. Birinin attığı adım, diğerine yol açar; birinin direnci, başkasına güç verir. Birlikte hareket etmenin, tek tek değil ancak kolektif bir akılla ilerlemenin gerekliliği, yalnızca bir taktik değil, yeni bir toplumsal tahayyül olarak şekillenir.

Direniş, yalnızca baskıya karşı bir karşı koyuş değil, iş birliğinin ve dayanışmanın mümkünlüğüne dair bir kanıttır. Tanık olduğumuz o “anlar”, iş birliğinin zorunluluk değil, kaçınılmaz bir gerçeklik olduğunu gösterir. Çünkü “insanın” bir gerçeği olarak esasında ancak birlikte kazanılan, gerçekten kazanılmış olur.

Rekabetin ötesinde bir hikaye olarak insanın tarihi

Michael Tomasello, iş birliğinin insan toplumlarını ayırt eden temel unsur olduğunu söyler. Ona göre insan, yalnızca bireysel çıkarlarını gözeterek değil, müşterek hedefler doğrultusunda hareket ederek bugüne ulaşmıştır. Karşılıklı bağımlılık, sadece zorunluluk değil, insan türünün evrimsel hikayesinin de anahtarıdır. Birlikte avlanmak, tehlikeler karşısında kenetlenmek, bilgiyi aktarmak ve ortak bir dünya inşa etmek-bunlar insanın diğer primatlardan ayrıldığı noktalar olmuştur. Ancak bu temel özellik, insanlar binlerce yılı küçük gruplar halinde iş birlikçi toplayıcılar olarak geçirdikten sonra tarihin bir aşamasında ortaya çıkan zenginlik birikimi ve özel mülkiyet rekabeti ile silikleşmeye zorlanmış, kapitalizm ile beraber de rekabetin tek gerçeklik olduğu fikriyle gölgelenmiştir.

Oysa toplumsal hareketler ya da krizler, direniş anları, insanların -daha özel bir grup olarak bugünün toplumunda ezilenlerin- en temel eğilimlerinin hâlâ iş birliğine, kolektif mücadeleye ve karşılıklı bağımlılığa dayandığını gösteriyor. Dayanışmanın olduğu yerde, bireysel rekabetin kaçınılmaz olduğu fikri çökmeye başlar. Yalnızca kazanma ihtimali belirdiğinde değil, en zorlu anlarda bile yan yana durabilme iradesi “insan doğası” diye sabitlenmeyi çalışılanı sabitlendiği yerden koparıp atar.

Mümkün olan başka bir dünyanın en sahici kanıtları

Direniş anları da tıpkı insan doğası kavramı gibi birer parantez, geçici parlamalar değil, geleceğin dünyasını içinde barındıran zamanlar. Birbirine kol kanat germe, ortak bir iradeyle hareket etme, birbiriyle var olma örgütlü bir dünyanın mümkünlüğüne dair en sahici kanıt. O yüzden bu anlar yarının birer nostaljik hatırası değil, başka bir dünyaya çizilen rotanın aracı olur. Öyleyse soru, örgütlü yaşamı, dayanışmayı nasıl sürekli kılacağımızdadır; “gündelik” hayatın içinde de örgütlülüğü büyütmek.

Özgürlük için örgütlülüğün zorunluluk olduğunun somutlaştığı, açığı çıktığı yer de buralardır. Yalnızca baskıya karşı bir savunma hattı kurmak değil, yeni bir yaşam biçimini inşa etmek için gerekli olandır. Birlikte sevinmenin, birlikte üretmenin, birlikte direnmenin mümkün olduğunu gösteren her an, yeni bir dünyanın habercisidir. O halde yeni derslerinin ve sorularının eklenmiş haliyle -dün olduğu gibi- önümüzde duran görev durağanlaştırılan “insan doğasını” ortadan kaldıracak; başka bir dünyayı mümkün kılacak örgütlü yaşamı, dayanışmayı, kolektif olanı nasıl büyüteceğimizdir.

Evrensel'i Takip Et